Sezgi Olgaç, adını sosyal medyadan hatta basılı medyadan duyduğumuz güzel, yetenekli ve sempatik bir arkadaşımız. Birçok ülkeyi geziyor, birçok manzarayı, kareyi kendi açısından bize sunup ilham veriyor Hayatının büyük bir kısmını müzik, yazmak ve fotoğraf oluşturuyor. Müzikle ilgilisi küçük yaşta henüz yabancı bir dil bilmiyorken bile yabancı dillerde ezberden söylediği şarkılarla başlamış ve bugünlere kadar gelmiş. Yazma, çekme ve aktarma hevesi de reklam yazarlığından ileri geldiğini söyleyebiliriz.
Sezgi Olgaç‘ı daha yakından tanımak, bilmediğimiz duymadığımız yönlerini de keşfetmek için bu röportajı yaptık. Şimdiden keyifli okumalar.
Gezmeye ilk kaç yaşında başladın? İlk rotan neresiydi?
Aslında ciddi anlamda seyahat etmeye çok geç başladım, hatta öğrenciyken kullanmaya hiç fırsat bulamadığım kalbim kadar temiz, sayfaları bomboş yeşil pasaportum hala durur. ☺
Sanırım ilk seyahatlerim şarkı söylediğim dönemlerde yaptığım Finlandiya ve Katar’a seyahatleriydi, daha sonra reklamcılık yıllarımda Cannes, Prag, New York, Londra gibi destinasyonlar eklendi.
Asıl seyahat etme özgürlüğüme 2012’de freelancer olduktan sonra kavuştum ve kimileri iş gezileri, kimileri kişisel geziler olan Küba, Meksika, Lizbon, Porto, Paris, Venedik, Cinque Terre, yeniden New York, Mauritius, Dublin gibi seyahatlerim gerçekleşti.
Gezgin olmanın hayatıma en büyük katkısı şudur diyebileceğin şey nedir?
Konfor alanının dışına çıkmak çok öğretici bir şey. Yaşadığın yerde başına gelmeyecek durumlarla yüz yüze kalıyorsun ve her seferinde yeni bir şey öğreniyorsun. Küba’da içi kamera ekipmanları ve aksesuarlarla dolu bir çantamı kaybettim ve düşe kalka da olsa böyle bir krizin içinden çıkmayı öğrendim.
Çok kontrolcü ve araştırma-planlama yapmayı seven bir tipim. “Seyahat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir” benzeri durumlarla karşılaşmak da kendini akışa bırakmayı öğrenmek adına faydalı oluyor. Plansızca karşıma çıkan sokaklar, manzaralar, insanlar ya da olaylar, her seferinde ufkumu açıyor.
Guardian’ın 2014’te yaptığı “Best city photographers of Instagram / Instagram’ın en iyi şehir fotoğrafçıları” seçkisinde de yer aldın? Fotoğraf hakkında hislerini tanımlayabilir misin? İstanbul’da senin için en fotojenik yerler nereler?
Instagram’da ilk 2-3 sene neredeyse tamamen Istanbul fotoğrafları paylaştım ve biraz da bu sayede galiba Türkiye dışında “İstanbul’dan lokal bir göz” olarak tanındım. Guardian’ın seçkisi de o dönemlere denk geldi. Instagram’ın kendi hesabında ve blogunda birkaç kez feature edildiğim, yine Instagram’ın New York’ta yapılan ilk halka açık sergisinde bir fotoğrafımla yer aldığım dönemdi.
Hafızası çok iyi olmayan biri olarak fotoğraflara çok kıymet veriyorum. Kendi bakışımızla yaşamdan bazı anları donduruyoruz, ödünç alıyoruz. Galata Köprüsü bana İstanbul’un kalbiymiş gibi geliyor, oradan başlayarak dalga dalga yayılıyor sanki en özel yerleri. Karaköy, Galata, Balat ve Süleymaniye çok fotojenik bölgeler.
Fotoğrafla ilgilenme hikayenden biraz bahseder misin? Instagram’ın senin için önemi nedir? Anı albümü ya da iş yapmaya yarayan bir platform olarak mı değerlendiriyorsun?
İlk akıllı telefonumu ve kameramı alışım, müthiş bir tesadüfle Instagram’ın çıkmasıyla nerdeyse aynı haftalara denk gelmişti. Instagram henüz 1 aylık bir bebekken kendime bir hesap açmıştım bile. İlk 1-2 sene kısmen anı albümü, kısmen de bugünkü paylaşım tarzımın primitif versiyonları olan şehir gözlemleri paylaştığımı hatırlıyorum. İlk 4 sene boyunca “iş”le en ufak bir bağı olmadan kullandım Instagram’ı, sonrasında çektiğim fotoğraflar yavaş yavaş daha fazla kişiye ulaştı ve devamında proje ve iş birliklerinde yer almaya başladım.
Seyahat ve fotoğrafın yeri hayatının tam olarak neresinde? Nasıl birleştiriyorsun bu ikisini?
Tamamen iç içe geçmiş durumdalar, seyahatlerde kameram da sanki bir başka uzvum gibi oluyor, günde 8-10 saat yanımda taşıyorum. Bir şehri ilk kez görmek, yeni bir yer keşfederkenki taze bakış çok özel bir şey, aynı yerde 7-8 gün kaldıktan sonra bile ne yazık ki bu duyguyu yavaş yavaş kaybetmeye başlıyorsunuz. Onu kaybetmeden gördüklerimi fotoğrafa yansıtabilmeyi seviyorum.
‘Urban life’ ın sana ifade ettiklerini sorsak?
Şehirlerin keşiflere açık, sürekli devinim içinde olan, “kaybolabileceğim” yerler olması beni heyecanlandırıyor. Bir şehrin mimarisi, kendine has karakteri, yıllar içinde biriken, farklı kültürlerin izleri, güncel zaman diliminde olup bitenler, hepsi ilgimi çekiyor. Müzik, fotoğraf, edebiyat, grafik tasarım, mimari, bunların hepsine meraklı olduğum için hepsini bir arada bulabildiğim yerler olmaları açısından şehirleri seviyorum.
Seyahatlerinde genellikle tek mi oluyorsun yoksa seninle gelen bir yoldaşın var mı? Gezerek çalışmak herkese çekici gelse de, zor yanları var mı ve varsa neler?
Genellikle tek seyahat ediyorum, hatta bu bir ara bana en çok sorulardan biriydi: “Yalnız mı seyahat ediyorsunuz?” sorusu. Tek başına seyahat etmek birçok kişi tarafından kabul edilemez, hatta nerdeyse hastalıklı bir şeymiş gibi görülüyor sanırım, özellikle de tek başına seyahat eden bir kadınsanız. Bu kalıpları biraz kırmak lazım, tek başına seyahat etmenin keyfi de, avantajı da, öğretici yanları da çoktur, kendinizi tanırsınız, gittiğiniz yerle doya doya aşk yaşarsınız, tüm planınızı kendinize ve keyfinize göre yaparsınız.
Gezerek çalışmak dışarıdan göründüğü kadar kolay bir şey değil, ara vermeden günlerce kameranızı her gün 8-10 saat taşımanız, kilometrelerce yürümeniz gerekiyor. Sıcak-soğuk ya da gün içinde sürekli değişen hava koşullarıyla başa çıkmanız lazım. Özellikle bir proje için bir yere gittiyseniz zaten tamamen bir sorumluluk bilinci ve belli bir hedef doğrultusunda hareket ediyorsunuz. Onun tatil yapmakla ya da gezmekle çok ilgisi yok.
Seyahatlerine nasıl hazırlanıyorsun? Planlı, gitmeden araştıranlardan mısın yoksa sokaklarda kaybolarak keşifçiliği sevenlerden mi?
Ben çok planlamacı bir tipim, aslında seyahat öncesindeki bu araştırma-keşif sürecini de çok seviyorum. Gideceğim yerle ilgili filmler izlemek, kitaplar okumak, internet kurcalamak muazzam bir keyif benim için. Lonely Planet ve Lost In serilerinden birer guide ediniyorum genellikle.
Instagram, Flickr gibi kaynaklarda gördüğüm lokasyonları offline bir haritada biriktiriyorum. Kırtasiye delisi de olduğum için küçük de olsa notlarımı aldığım bir defter mutlaka hazırlarım. Ama gittiğim yerlerde çok yürüdüğüm için spontane keşifler yapma şansım da oluyor. Oturduğumuz yerden bir seyahati planlarken ancak belli bir yere kadar çizebiliyoruz çünkü rotamızı. Her şeyi önceden bilsek zaten seyahat etmenin de pek bir anlamı ya da güzelliği kalmaz.
Bir şarkı, bir şehir, ve bir kitap desek; neleri önerirsin?
Her kategoriden birçok sevdiğim örnek var, seçmek zor.
Yine de bazı seçimler yapmaya çalışayım.
Şarkı: A Case of You – Joni Mitchell, şehir: New York, kitap: Yüzyıllık Yalnızlık.
İlham aldığın birkaç ismi sorsak?
Instagram’dan tanıdığım Emily Blincoe, Istanbul’un belki de en güzel yıllarını ve anlarını ölümsüzleştirmesiyle Ara Güler, ilginç yaşam öyküsü ve yıllar sonra açığa çıkan fotoğraf arşiviyle Vivian Maier, zekası ve çizimleriyle Christoph Niemann, kitaplarıyla Eduardo Galeano, Napoli Romanlarıyla Elena Ferrante, son olarak hem müzik hem resime yetenekli olmasıyla çok kıskandığım Joni Mitchell.
Bu instagrammer olma dalgasından, iş yapış şeklinden, blogger ya da instragrammer dilinden bahsetsek, hislerin ve düşüncelerin neler? Yaptığın işi ne olarak görüyorsun? Influencer mi, marcomcu mu? Gitgide büyüyen bu dünyanın bir parçası olmak sana ne hissettiriyor?
Benim için hassas bir nokta bu aslında. Ben blogger değilim, kaynağını kendi dünyamdan alan, zaman içinde insanlara bir blog’dan aldıklarını hasbelkader vermeye başladığına inandığım, yıllar içinde sevdiğim şeyleri paylaşarak, besleyerek, emek vererek bugüne kadar getirdiğim bir Instagram hesabım var.
Benim için hassas bir nokta bu aslında. Ben blogger değilim, kaynağını kendi dünyamdan alan, zaman içinde insanlara bir blog’dan aldıklarını vermeye başladığına inandığım, sevdiğim şeyleri paylaşarak, besleyerek, emek vererek bugüne kadar getirdiğim bir Instagram hesabım var.
Para kazanmak ya da kendime buradan bir iş kolu edinmek gibi bir çıkış noktam hiç olmadı. Blogger olmadığım için “influencer” kelimesini kendime biraz daha yakın buluyorum. Instagram çok ciddi bir değişim geçirdiği için şu an olup biten birçok şeyi yabancılıyorum aslında; bir dönem yaratıcılığın, orijinalliğin, farklı bakış açılarının öne çıkarıldığı bir platformken şu an büyük oranda kalıplaşmış içeriklerin tekrar tekrar sunulduğu, oyunun kurallarına göre oynandığı (ve bunların “başarı” getirdiği) bir yer haline geldi.
Rakamlar önem kazandıkça insanlar bu rakamlara ulaşmanın farklı yollarını aramaya başladılar. Bu açılardan kendimi bugünkü Instagram’a çok ait hissetmiyorum. Bugüne kadar beni takip edenler bende ne bulduysa onu korumaya ve yine sevdiğim şeylerin peşinden gitmeye devam etmek istiyorum.
Verdiği içten cevaplar dolayısıyla Sezgi Olgaç’a teşekkür ediyoruz. Filgezi olarak bol seyahatler ve bereketli yaratım süreci diliyoruz. @sezgiolgac